13 Aralık 2010 Pazartesi

Ju Ji Hun 주지훈

Ju Ji Hun kimdir? Ve ben neden Gong Yoo varken bu zatı muhterem hakkında bir yazı yazıyorum? Biraz sabırlı olun dostlarım hepsini açıklayacağım. Tabi zevkler ve renkler tartışılmaz en nihayetinde, oyüzden yazımın sonuna geldiğinizde hala "Gong Yoo'da Gong Yoo!!" derseniz o noktada elimden yapacak bir şey gelmez:) Hatta yeni rakipler edinmediğim için mutluluk bile duyabilirim bu durumdan:) Efendim Ju Ji Hun Oppa, 16 Mayıs 1982 doğumlu olup aktörlükten önce iyi bir modellik kariyerine sahip iken sonradan beyaz ekrana transfer olmuş çok yetenekli bir koreli kardeşinizdir. ( Kardeşinizdir diyorum dikkatinizi çekerim, öyle hemen sulanmak yok, çünkü o benim Ju Ji Hun'um, ani sizin :)  ) Toplasanız 3 kore dizisi, 2 de sinema filminde yer almış olsa da, tecrübeli aktörlere taş çıkaracak kadar iyi bir oyuncudur kendileri.


Oyunculuk kariyerine 2004 yılında yayınlanmış Old Love adlı hiç bir yerde bulamadığım(!) bir diziyle adım atmıştır. Sonrasında ona uluslararası ün getiren yapım ise Goong-Princess Hours(Hayallerimin Prensi-TRT) adlı dizidir ki bizim TRT'de bile yayınlanmıştır. Ben o zamanlar yüksek lisans sevdasıyla kendimi laboratuvara kapattığım için anca daha yeni kendisini tanıma fırsatım oldu. Derken bir Ju Ji Hun sevdası başımı sardı ve yeraldığı diğer yapımları da aramaya koyuldum.


Goong - The Princess Hours


2006 yılı yapımı, romantik komedi diyebileceğimiz Goong-Princess Hours'da oynadığı soğuk nevale prens rolünden sonra 2007de ters köşe yaparak polisiye bir dizi olan Mawang-The Evil'da soğuk kanlı bir avukatı oynayarak beni çok şaşırtsada, polisiye dizi-filmlerini hiç sevmeyen beni bile etkilemiştir bu diziyle. Efendim dizinin konusunu anlatmayacağım ama Lost da olduğu gibi dizideki tüm karakterlerin geçmişte birbirleriyle bir şekilde karşılaşmış olmasının diziye ayrı bir gizem kattığını söylemeliyim, Ji Hun da rolünü ustalıkla oynadığı için şöyle bir en kırmızı kurdelalısından "Beş Yıldızlı Pekiyi"'yi benden kapmıştır.


Ji Hun'un en sevdiğim yanıda yer aldığı projelerin birbirinden çok farklı yapımlar oluşu, kendini hiç tekrarlamadan hep farklı karakterlere bürünüyor. Goong'dan sonra yine gençlere dönük yeni bir dizide oynayabilirdi ama onun yerine kendisine farklı bir yol çizmeyi tercih etti. Bu iki diziden sonra Ji Hun'u yine birbirinden farklı 2 sinema yapımında izleme şansınız var. İlki 2008 yapımı Antique Bakery... Bu filmde pastadan nefret ettiği halde pastane açan genç bir adamı oynuyor. Charlie'nin Çikolata Fabrikası'nda kullanılan bazı çekim tekniklerini burda da görmek mümkün ama senaryo yine kendine özgün, pastadan neden nefret ettiğini ve neden pastane açtığını filmi izlerken adım adım öğreniyorsunuz. Bu filmde de yarattığı karaktere bayıldım, her zamanki gibi mimiklerini büyük bir ustalıkla kullanmış.



서양골동양과자점 앤티크 - Antique Bakery


Geldik Ji Hun'umun son filmine efendim burda da esas oğlan mutfaktan çıkmıyor ama bu defa bir aşk üçgeni mevzu bahis. Filmde kendisine Mawang-The Evil'daki rol arkadaşı Şin Min-A (신민아 ) eşlik ediyor. Burda oynadığı karakterin mimikleri, o salaş halleri ve esas kızımıza serenat yaparken söylediği şarkıya bayıldım.







Ju Ji Hun - Sarang Pakke Nan Molla


“Dès lors que vous etes près de moi
Je m’évanouis dans vos regards
Hier, la gorge nouée
Anjourd’hui grâce à vous
Demain je sais viendra la joje

Sans grâce et sans masque, non non
Seule la tenddresse pouvait m’épancher le coeur

Et donner à l’oubli tous ces moments vécus
Car depuis vous je me sens impuissabt
En votre absence
Sarang pakke nan molla”

Filmden bu kadar ipucu verebiliyorum, fazla bile, çok merak ettiyseniz izlersiniz:)


키친 - The Naked Kitchen


Yeni gözdem Ju ji Hun'umu size en sonunda tanıtabildiğime göre artık siz karar verin, Gong Yoo mu Ju Jin Hun mu? :)

 

10 Aralık 2010 Cuma

tumblr.com

Can sıkıntısından şu sıra ne yapacağımı bilemiyorum, şimdi de tumblr.com'da bir blog açtım.
Bkz: http://kaktuscicegi.tumblr.com/
"Burası bitti de oraya mı yazmaya başladın?" diyeceksiniz. Bende "evet oraya da yazıyorum:)" diyeceğim hiç nedensiz... Güneş o gün nerden doğarsa bende o bloga yazacağım o gün:) Maksat değişiklik olsun, yoksa bir orda bir orda yazmanın ne eğlencesi kalır di mi:)
Not:Dua edin de öyle çok sık yazan biri değilim, iki blog arasında çok gidip gelmeyeceksiniz, haliyle kafanızı çok karıştırmayacağımın sözünü veriyorum şimdiden:)

10 Kasım 2010 Çarşamba

Kaktüs Çiçeği...

Nereden başlasam, nasıl anlatsam... Büyümek, yaş'lanmak nasıl anlatılır?
Küçükken büyümek ayakkabı bağını tek başına bağlayabilmekti, her kemiklerin sızlamasında boy atmanın buruk sevinciydi. Şimdi ise yaşlanmak, gelişen kemikleri hayat karşında eğmeden dik tutabilme, hayatın iyi kötü ayağımıza doladıklarından kurtulma çabası oldu.
Küçükken insanların bu kadar çeşit çeşit olduğunu farketmezdim, en fazla yaşlarına göre ayırt ederdim. Yaş 12 iken 18 olmak isterdim. Ne hikmetse çokda güzel geçmiştir 18. yaşım, üniversitede gitmediğim kadar konser ve bitmeyen geniş zamanlara sahiptim. 18 yaşındaydım kışın ince kıyafetler giysem üşümez, yazın o cehennem sıcaklarında açık saçlar ve siyah kızılderili tshirtümle hiç pişmezdim:D
Hep bir üniversite hayalim vardı, 2 kere gerçek oldu, hayatta bir çok konuda önüme engel çıkmıştır ama üniversitelerim hep beni bağrına bastı.
Para puldan yana şansım pek açık olmadı, bazen ben onu iplemedim ama çoğunlukla o beni. Ziyanı yok ailem ve arkadaşlarım var yanımda onlar bana yeter dedim, yetti de:)
Derken Üniversite hayatım da bitti, ailemde de az biraz eksilmeler oldu ama yine sorun etmedim, artık gerçek hayatın kollarına atılma zamanıydı.
Diğer bir deyişle "iş hayatı", bu yeni dönemde yaş 18 geride kalmıştı artık olgun 27 yaş çağındaydım... Yaş 18 benim için nasıl umut dolu bulutsuz günlerin bir sembolü ise yaş 27 oldum olası hep tam tersi bir simge olarak aklımda yer etmiştir. Küçükken bir içgüdüyle hep 27 yaşında olmaktan korkardım. Velhasıl korktuğum başıma geldi:)
Neler mi değişti bu olgun 27 ile... Yalnızca kendini geliştirmek için kurulmuş üniversitelerin yerini, kendini hiçe saymana zorlayan iş kurumları aldı. Dostların yerini çalışma arkadaşları, boş vakitlerim'in yerini mesai saatleri, yüksek kredili ve cins hocaların derslerinin yerini ise maaş dağıtan eller aldı.
İnsanoğlu hayatta kalmak için iyi yemek yemeli, stresten uzak durmalı, yastığa kafasını rahat koymalı. Ama dar vakitlerde benzin yerine mazot doldurulmuş ekonomik araçlar gibi yemek yemek , yoğun iş saatlerinde binbir dalaverenin ortasında soğukkanlılığını yitirmemek ve ertesi günki yapılacak işlerin "sorumluluk" bilinciyle uykuya dalmak zorunda bırakılıyormuş bu "iş hayatında".
Büyüdüğümde farkettiğim tek şey insanların çeşit çeşit oluşu değildi, beraberinde kendi rengiminde onlardan farklı oluşuydu. Yaş 27 ile birlikte iş hayatında rengimin kaybolduğunu farketmem sancılı bir süreçti. Bu yaşa kadar okuduğum okullardan birlikte vakit geçirdiğim insanlara kadar hayatımın kendi kontrolümde oluşu, sonrasında iş hayatının bende beton etkisi yapmasına sebep olmuştu belli ki.
Önceleri çok hassas ve alıngan, sonrasında daha da hassas ve korkak olmama sebep oldu. İlk rengin tayftan silinişi, daha doğrusu renklerin bulanıklaşması bu safhada oluyor. Ardından isyankar ve öfkeli bir döneme geçiyorsunuz, asıp kesmeye başlıyorsunuz kafanızda herşeyi , herkesi... Bu dönemde ilk işinizden ya atılıyorsunuz, ya istifa ediyorsunuz yada gözünüz kesmediği için öfke içinde işe devam ediyorsunuz. Ben öfke içinde devam edenlerdenim, bu aşamada değil 1 ay, 1 gün bile çok zor geçiyor, her günüm ömrümden ömür götürmüştür. Sabır sabır diye diye işe gitmeler başlamıştır artık. İpin ucunu kaçırdığınız iş hayatını tekrar gözden geçirmek ve kontrol altına almak zorundasınızdır. O sıra farkettiğiniz bir diğer şey ise hiç bilmediğiniz renklerinizin oluşu oluyor, hiç bu kadar politik olabilceğinizi düşünmemişsinizdir. "intikam soğuk yenen bir yemektir" ne demektir anlamaya başlamışsınızdır, işin hayatınıza getirdiklerinden kurtulmak için sabır ve o kullanmayı zamanında akıl edemediğiniz zekayı kullanmanın tam zamanıdır artık. İşte ben tamda bu süreçteyim şuan. Gelecek zaman bana ne sunacak bilinmez ama artık 18 yaşında olmadığımın farkındayım. Yaş 27'nin sularında boğulmadan, rengimi soldurmadan hayata tutunmaya yaş'lanmaya çalışmaktayım. Bu 27 yaş bitipte 28 olduğumda daha güzel günlerin yaşanacağına dair umudum kaktüste açan çiçekler gibi hala özünü korumakta...Yazımı biricik hobim kore dizilerinden bir alıntıyla sonlandırmanın tam sırası sanırım...
"Kaktüslerin çiçek açması, birkaç yıl alır.
Neredeyse kendini öldürecek
bir kuruma sürecine girer, son anda ise çiçeklerini açar.
Ne için var olduklarını bilir,
sonuna kadar hayatta kalırlar."
Pasta (2010) - Bölüm 9

9 Eylül 2010 Perşembe

Letters To Juliet


İtalya'nın o güzelim kenti Verona'da, bir yer var ki orada aşıkların sevdikleriyle birlikte mutlu bir ömür dilediği yada daha hiç hayatlarının aşklarıyla tanışmamış olanların kendilerine mutlu bir birliktelik dilediği özel bir ev bulunmaktadır. 


O yer Juliet'in evidir, hani Romeo'nun Juliet'i ilk kez gördüğü hatta asma balkonunun altında ona ilanı aşk ettiği o meşhur ev. Shakespeare amcamız Romeo Juliet'i yazarken turizme vereceği katkıyı hiç düşünmüşmüydü bilinmez ama sevgili Juliet'imizin Romeo'suyla tanıştığı bu yeri temsil eden Verona'daki bu asırlık ev, dünyanın her köşesinden akın akın gelen misafirlerine kapısını açmış beklemektedir. (http://www.julietswall.com)

Düşünsenize... Verona'da Jüliet'in evinin önündesiniz. O güzel evin girişinden itibaren ne yana baksanız her biri insan kalbinin sıcaklığındaki notlarla örme taş duvarlar dolup taşmış.

İnsanlar o asırlık duvarlara ya sevgililerinin ismini yazıp hep mutlu kalmayı diliyorlar yada yoksa hayatlarında biri sadece kendi isimlerini yazıp iyi bir birliktelik diliyorlar.

Nasılda şiirsel öyle değil mi, herşey Shakespeare'in Romeo Juliet'i yazmasıyla başlıyor ve biranda kendinizi ya İtalya'da sizinle aynı sebepten ötürü ziyaretçi akınına uğrayan bir evin önünde yada daha gidip görmeden benim gibi o yer için blogunuzda bir yazı yazarken buluyorsunuz. Hatta bu da bir şey mi üzerine film bile çekilmiş bu yerin, zaten beni Juliet'in evi üzerine yazı yazmaya teşvik eden de "Letters To Juliet" adlı bu filmdir. Ve gelelim artık filme...

Film hakkında;
Hevesli bir yazar olan Sophie evliliik arifesinde ön balayı olarak gittiği Verona'da Juliet'in evini görmek için gezinirken, evin örme taş duvarlarının arasında hayatını sonsuza kadar değiştirecek 50 yıllık bir mektup bulur.
Mektupta bahsi geçen hazin aşk hikayesinin baş kahramanı Clair, 50 yıl önce Juliet'e hayatının akışını değiştirecek bir öğüt beklediği bir mektup bırakmıştır. Gelecek yanıta göre hayatı bambaşka bir yola girecektir. Yalnız hesapta olmayan bir şey vardır, o da Clair'in yana yana beklediği cevabın Sophie tarafından cevaplandırılarak eline 50yıl sonra geçmesidir. Sophie'nin eline geçen bu mektup bu iki kadının yollarının kesişmesine sebep olur...

Nasıl azıcık da olsa filmi merak ettiniz değil mi? İnanın bu filmi izlerken yüreğim ısındı bir anda, sebebi belki hikayenin bana hissettirdiklerinden belki de İtalya'nın o doğal ve tarihi güzelliklerindendir bilemiyorum. Ama mutlaka bu filmi izlemenizi tavsiye ederim. Günlük hayatta zaten içimizi daraltan onca şey var... biraz da güzel manzaralar görsün gözlerimiz ve azıcık nefes alsın yüreğimiz di mi ama...


NOT: Eğer merak edipte www.julietswall.com sitesine girdiyseniz ilk dikkatinizi çeken şey arka fonda çalan hüzünlü tema müzik olacaktır.

Söz konusu beste Nino Rote'nin A Time For Us adlı eseridir. Meraklısını duyurulur.

 

 

NOT 2: Filme şu adresten ulaşabilirsiniz. Altyazı ise şu adresten faydalanabilirsiniz.

 


21 Ağustos 2010 Cumartesi

Sevgili Jane

9 yaşındaydım ve o dönem moda olan kokulu ve desenli sayfaları hatıra defterlerinden  benim de vardı, hala da saklarım her birini... Ama aralarından yalnızca bir tanesi gerçekten bir günlüktü o da halamın yılbaşı için abime ve bana aldığı kilitli günlük defteri. Bu defteri diğerlerinden ayıran 2 özelliği vardı, ilki az önce de bahsettiğim gibi onun gerçekten bir günlük oluşu, diğeri ise hiç bir zaman gerçekten bir günlük gibi onu kullanmayışım :)


Diğer bütün defterlerim ağzına kadar yazılarla, dergilerden kesilmiş fotoğraflarla, şahsen çizilmiş karikatürlerle doludur, hem de son sayfasına kadar. Ama gariptir ki bu günlük her zaman süs eşyası gibi evimin bir köşesinde durdu.


Günlüğün 2 önemli özelliği var demiştim ama aslında bir özelliği daha olduğunu hatırladım şimdi... Diğer bütün günlüklerimde hep kendimle konuşmuşumdur bu günlük ise farklıdır benim için çünkü onun bir adı var. Jane...


Şimdi düşününce belki kafasını pek şişirmemek için Jane'e hiç bir zaman dolu dolu yazamadım:) Bu ismi daha sonra hayatımda beslediğim ilk ve tek muhabbet kuşuma da vermiştim, kuşumu bizimle kaldığı 3. ayda dayımlara verdik çünkü ailem kafeste durmasına dayanamadı, sanki acı çektiriyormuşuz gibi hissettiler ki haklılık payı da yok değil, hala daha kuşları çok severim ama kafes fikri beni hep kuş beslemekten soğutmuştur...


Bugünde ne tesadüftür ki Vampire Dairy dizisini izlemeye başladım, dizinin 2 ana kahramanınında tuttuğu günlükler var dersem şaşırmazsınız eminim ki diziyi izleyenler bunu zaten biliyordur:) Stefan ne zaman kütüphanesine yönelir de dolaptaki yığınla günlüğü görsem kendi günlüklerimi hatırlar oldum, kısaca bugünkü yazımın konusunu da Stefan'a borçluyuz.


Şimdi bu yazıyı yazdım da ne mi oldu? Artık 9 yaşında değilsem bile 27 yaşımın sularındayken Jane'e bir şans daha vermeye karar verdim. Sizinde vazgeçtiğiniz köşeye attığınız geçmişten bir eşyanız vardır belki, sizde ona bir şans tanıyın. Hem belli mi olur ileride çocuklarınıza göstereceğiniz değerli bir anıya dönüşür belki...


Son olarak Selçuk Erdem'in günlüklerin ne kadar değerli olduklarını anlatan bir çizimini sizinle paylaşıyorum:) Bir sonraki yazıya kadar kendinize çok iyi bakın...



27 Temmuz 2010 Salı

Nereden Çıktı Bu Kore Dizilerine İlgim...

Kendimi bildim bileli Amerikan dizilerinin özellikle de sitcom'ların sıkı takipçisiydim, ne olduysa bir kore dizisi izlememle Kore hatta Japon dizilerinin müdavimi oluverdim. Bu ilgimi esasen fonda çalan piano ağırlıklı tema müziklerine, evlere ayakkabısız girmelerine, çizgi filmlerde olabilecek absürd senaryolarına ve en fazla16-24 bölüm sürmesine bağlıyorum.
Tahmin edilebilir senaryoları, eski Türk filmlerinde görebileceğimiz klişeleri içerisinde bolca barındırmasını bir yana bırakırsak, insanda çok hoş duygular bırakıyor bu diziler. 

İşte size en sevdiğim dizilerden ilkini sunuyorum...

Winter Sonata(2002)

Winter Sonata benim izlediğim ilk kore dizisidir. Komedinin k'si yoktur, tam anlamıyla bir dramadır. Beni tanıyanlar televizyonda çıkan dizileri bile internetten takip ettiğimi az çok bilir. Reklamlarla boğuşana kadar internette rahat rahat izlemeyi tercih etmişimdir hep.
Kaldı ki bu dizi Kanal D'de yıllar önce(2006) Sahur Öncesi yayınlaşmıştır. İlk bölümleri saat 01:00'de yayınlanırken sonrasında saat 03:00'e kaydırılmıştır. Yine de hiç üşenmeyip saatimi kurarak diziyi kaçırmadan izlemiştim. İşte bu yüzden en sevdiğim dizilerin başında olmasa da ilk izlediğim kore dizisi olması nedeniyle size öncelikle bu diziyi tanıtmak istedim.

Bu diziyi diğer Kore dizilerinden ayıran en önemli özelliği, her zaman gerginliklerin yaşandığı Kore-Japon ilişkilerinde buzları bir nebze eritmesidir. Zira bu diziden önce Japon müzik marketlerinde nadiren korece bir albüme rastlanır iken bu diziden sonra tüm bu tabular kalkmış, dizinin başrollerini paylaşan oyuncular için Japonya'da heykeller bile dikilmiştir.

Her ne kadar başroldeki jönümüz (Bae Yong Joon) bana Bülent Ersoy'un gençlik halini hatırlatsada Kore ve Japonya'da bayan hayranları oldukça fazla... Konusunu hüzünlü bir aşk hikayesinden alması nedeniyle tema müzikleride bu melankolimizi arttıracak şekilde piano sonatlarından oluşmaktadır. Dizi müziklerinin yer aldığı albümlerin rekor satışlar yaptığını söylememe bile gerek yoktur sanırım. İşte bu yüzden komedi dizilerine düşkün biri olmama rağmen ilk izlediğim kore dizisinin dram yüklü olmasını bir tesadüfe değilde dizinin bu popülaritesine bağlıyorum.

Konusu ve oyuncularıyla ilgili daha fazla bilgiye ulaşmak için Wikipedia'da çok güzel bir sayfa hazırlanmıştır, bir göz atmanızı tavsiye ederim.

http://tr.wikipedia.org/wiki/Winter_Sonata

Not: Dizinin kendisi kadar sonrasında yaşanan dramatik bir olayda bu diziyi hüzünle hatırlamama sebep olmuştur. Dizinin bir diğer erkek oyuncusu Park Yong Ha 30 Haziran 2010'da girdiği bunalım nedeniye intihar ederek aramızdan ayrılmıştır.

Giriş

8o'lerde doğmuş olmanın getirdiği bir alışkanlık olarak da anket defterlerinden tutunda şarkı sözü saklama defterlerine kadar her yere yazmışlığım vardır.
Zamanla tabi tüm bu alışkanlıklar teknolojiye yenik düştü, derken facebook ve twitter denilen oluşumlar tekrar beni eski günlerime geri götürdü. 20li yaşlarımdan sonra tanıştığım arkadaşlarım bile küçükken benim hangi çizgi filmleri seyrettiğimi bilir hale geldi.
Bu blog'u oluştururken de amacım gündelik yaşantımda nefret ettiğim ne varsa tüm o sorunlardan uzaklaşıp bende hep tatlı hatıralar bırakan yada en sıkıntılı anımda bana neşe veren konuları paylaşmak...


Birlikte gülüp eğlenmek dileğiyle, hadi biraz biberleyelim dostlar...

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...